28 Aralık 2010 Salı

Tek kullanımlık bardakların ilk kullanıcısı olmak


Sanırım CSI'ın bir bölümünde vardı (sanırım çünkü bu polisiye diziler beni allak bullak etmiş durumda. Bir türlü işin içinden çıkamıyorum: bir cinayet işlendiğinde olaya kim bakacak; CSI mı, Law&Order'cılar mı, Criminal Minds'çılar mı, Mentalist mi, eğer olay doğaüstü bir kimliğe sahipse Fringe mi yoksa X-Files mı, tabii bu arada Medium bir gece önce rüyasında olan biteni görmemiş ve harekete geçmemişse vs vs vs). Evet sanırım CSI'dı (sanırım NY olanıydı, çünkü Miami'deki gibi güneşli bir günde değildi sahne, Las Vegas da olabilir gerçi), DNA örneği peşindeki detektifler bir kahve zincirinin tek kullanımlık, karton bardağını ele geçirmişlerdi çöpten. Yapılan DNA analizinden çıkan sonuç; bardakta iki DNA olması, yani bardak daha önce de kullanılmış!

Mümkünse karton, plastik bardakları tercih eden, mümkün değilse de elâlemin cam bardak sevdasına istinaden fincan talep eden biri olarak, bu ayrıntının içime şüphe tohumları ekmesi kaçınılmazdı. Daha önce de Arena'da (yoksa Deşifre programı mıydı) deterjan kutularını toplayıp, onları sahteleriyle doldurup satanları görmüş ve o günden beri deterjan ambalajlarını bıçakla parçalayarak atmaya başlamıştım. Şimdi de "tek kullanımlık" bardakları bir daha "kullanılamaz" hale getirmeye çalışıyorum. Karton bardakları yırtmak ya da yumuşak plastikten bardakları buruşturmak kolay, ama cama benzeyen o sert plastik bardakları kırmak gerekiyor. Kırılan o bardaklardan çıkan ses, elâlemin huzursuz eden bakışlarını bana yönelttiği için ve çayı, kahveyi aldığım yerin yakınındaki çöpü (malum) kullanmak istemediğim için bu sefer elimde o bardakla uzak bir yerde çöp kutusu bulmaya çalışıyorum; bazı bölgelerde ender bulunan, bazı bölgelerde ise saatlerce yürünse bulunamayacak o çöp kutularından birini...

Artık huzurla çay ve kahve içmek istiyorum...

30 Temmuz 2010 Cuma

Diken üstünde alışveriş


Birçok filmden, diziden (özellikle Hollywood filmlerinden, dizilerinden) bir sahne var aklımda; nedenleri değişmekle birlikte herhangi bir karakterin herhangi bir markette fütursuzca alışveriş etmesi... Raflar arasında gezinirken elinin ulaştığı her şeyi önündeki alışveriş arabasına tepeleme doldurması, hatta zaman zaman raflardakileri kucaklayarak alması. Kendimi bildim bileli böyle bir alışveriş etmişliğim yok. Ekonomik nedenleri bir tarafa bırakırsak bunun tek bir sebebi var; güvensizlik. 

Çalışanların sürekli dile getirdiği "pazartesi sendromu"nun değişik bir versiyonunu, çocukluğumda salı günleri yaşardım; salı pazarı... Salı günleri sabahtan itibaren vücuduma yayılan huzursuzluğun bir kısmı ağır pazar çantasını taşımama ya da tanıdıklarla (aslında benim değil annemin, babamın tanıdıklarıyla) afaki sohbetlere katılmama isteğine bağlanabilir ama asıl neden pazarcılarla yaşanması kuvvetle muhtemel çekişmelere tanıklık etmeme isteğiydi. Sattıkları ürünlerini seçtirip seçtirmeme konusundaki tutarsızlıkları bir yana, tezgâhlarının yola bakan kısımlarına ellerindeki ürünlerin en güzellerini, en albenili olanlarını özenle dizerek, ama poşetleri o yığının arkasındaki daha az güzel, daha az albenili olanlarla doldurma yönünde duydukları gem vurulamaz arzularına, gözlerin ulaşamadığı noktalardaki kurnazlıklarına, aldatmalarına tiksinti duyardım. Önceden tanış olunan ya da her hafta gide gele tanışılan pazarcıların "kıyak geçmek" adına "abla bu hafta bunu alma, onun yerine sana şunu vereyim" derkenki hal ve hareketlerindeki "cıvıklık", aslında eşit davranmıyor olduklarının farkında bile olmamalarına da aynı şekilde yaklaşırdım. Çoğu bakkal için de geçerliydi bu düşüncelerim (üstelik amcam halen bir bakkal işletiyor). Dolayısıyla, ne yalan söyleyeyim, süpermarketlerin, hipermarketlerin, grossmarketlerin, ultramarketlerin yaygınlaşmasına tepki gösterenlerden olmadım... Peki ne değişti? Mensubu olmaktan utanç duyduğum türün olduğu yerde ne değişebilir ki (soru işareti koymuyorum, cevabı biliyorum!) 

Değişen şey, "güzel" ürünlerle "daha az güzel" ürünlerin konumlanışı oldu. Özellikle dayanıklılık süresinin kısıtlı olduğu, bir başka deyişle son kullanma tarihinin yakın bir tarihi işaret ettiği ürünler özenle –pazarcıların, bakkalların yaptığının aksine– en önlere dizilmeye başladı. Fiyat etiketlerinin, barkodların eksik olup olmadığını kontrol etmekten, ihtiyaç duyulduğunda yardımda bulunmaktan sorumlu reyon görevlilerin asli görevleri rafları bu şekilde dizayn etmek haline geldi ya da en baştan beri zaten böyleydi. Barkodu olmayan bir ürünle kasiyerin önüne geldiğinizde sitem dolu bakışlarına aldırmamanız gerekiyor çünkü ne de olsa bu durum reyon görevlilerinin değil sizin suçunuz, nasıl olur da fütursuzca alışveriş edebilirsiniz böyle? (evet soru işareti) Yapmamız gerekenleri sıralayalım: 
1- Daha taze olanlara ulaşmak için elinizi rafların derinliklerine sokmanız gerekmekte,
2- Yine de, aldığınız her ürünün SKT (son kullanma tarihini) kontrol etmeniz gerekmekte,
3- Barkodunun olup olmadığını, varsa bile okunur olup olmadığını kontrol etmeniz gerekmekte.

Buradaki asıl meselemiz ilk madde; "aldatmanın" sürdürülebilirliği... Fütursuz alışverişin hayal olması...

(Bugün başıma gelen –aslında daha önce de olmuştu ama nedense bugün daha bir sinirlendim, huzursuz oldum– olay nedeniyle yazdım bütün bunları: Bir fast-food'a benzetebileceğimiz kahveci zincirinin bir şubesinden elmalı-cevizli kek aldım, çatal dahi batmıyordu keke, vitrinin bana bakan kısmına yakın olan bir başka tanesiyle değiştirilmesi talep ettim ve yumuşacık keki yedim, aferin bana!)

16 Temmuz 2010 Cuma

Huzursuzluğun itici gücü

Deneyimler, tanıklık edilenler doğrultusunda, içinde bulunduğumuz mevsim itibariyle tatile çıkmayı planlayanların kötü bir sürprizle karşılaşmalarının her zaman olasılık dahilinde olduğunu söyleyebiliriz: Çalışmanın sıkıcı rutininden uzaklaşarak tatilin huzurlu rutinine ulaşıldığında, örneğin coğrafi yapıyı, tarihi dokuyu “katleden” bir beton yapılaşmasıyla karşılaşmak gibi... Deniz manzarasına engel oluyor diye ağaçların kesilmesi, sahil yollarının hiçbir özen gösterilmeden yalnızca arabaların hatrına genişletilmesi vb pekâlâ bir “cinayet” olarak nitelendirilebilir. O bölgeyi ikinci evi olarak görenlerin böylesi bir durumu düzeltmek adına ellerinden geleni yapmaya çalışmaları kuşkusuz doğal bir tepki olacaktır; en azından neler olduğunu, neden olduğunu öğrenmek isteği... Cinayet Çiftliği’nin başlangıcında da benzer bir olay bulunuyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk yazı taşradaki bazı uzak akrabalarının yanında geçiren ve o haftalar sırasında söz konusu köyü bir “huzur adası” olarak gören anlatıcı, gazetede okuduğu bir katliam haberi sonrası huzursuzluk hisseder. Köyünün “cinayet çiftliği”nin bulunduğu yer haline gelmesini ve orada işlenen suçu (köyün ücra bir yerindeki çiftliklerinde –aslında pek de sevilmeyen, tuhaf ve huysuz olarak nitelendirilen– yaşlı Danner, karısı, kızı, kızının iki çocuğu ve yeni hizmetçileri baltayla, zalimce katledilmişlerdir) aklından bir türlü söküp atamayınca, neler yaşandığını öğrenmek, araştırmak üzere “huzur adası”na geri döner. Sonrasında romanda anlatıcının varlığını yalnızca köyün diğer sakinleriyle olay hakkında yaptığı konuşmalarda sorular sormasıyla hissederiz. Romanda bir yandan katliam öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşananları izlerken, bir yandan da köyün diğer sakinlerinin olayla, kurbanlarla ilgili düşüncelerini takip ederiz. “Orada tanıştığım insanlar bana işlenen suçtan bahsetmeye çok hevesliydiler,” der anlatıcı, çünkü hem orayı tanıyordur ama hem de orada kalmayacak, onları dinleyip sonra gidecek biridir köyün diğer sakinleri için. Böylelikle, belki de soruşturmayı yapan polislerin dahi edinemeyecekleri ayrıntılar hakkında bilgi sahibi oluruz.
Kitabın arka kapağında Cinayet Çiftliği’nin “sadece Almanya’da 500.000 kopyanın üstünde satarak satış rekoru kırdığı” ve Deutsche Krimi ile Martin Beck ödülleri sahibi olduğu belirtilmiş. Bunun bir nedeni kuşkusuz romanın anlatımında farklı bir yolun izlenmesi ve irkiltici bir “soğukkanlı” dil kullanılmış olması, ama sanırım bir nedeni de gerçek bir olaya dayanması (bu özellikleriyle roman, akla ister istemez Truman Capote’nin Soğukkanlılıkla isimli eserini getiriyor). Romandakinin aksine daha erken bir tarihte, 1922’de gerçekleşmiş ve tarihe “Hinterkaifek cinayeti” olarak geçen olayı anlatıyor aslında Andrea Maria Schenkel (Almanya tarihinin bu en muammalı cinayetinin filmlere de konu olduğunu ekleyelim).

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Kokteyl havasında konser

Dün akşam Ortaköy'de, Esma Sultan Yalısında, İstanbul Caz Festivali kapsamında Lisa Ekdahl konseri vardı. Trompetçilere, ama özellikle de kadın vokalistlere olan zaafım sonucu huzurla, sevinçle gittiğim bir konser oldu; peki, dönüşüm muhteşem miydi?

Güzellikler de vardı kuşkusuz (esintili hava, yalının manzarası, buzlu votka, hepsinden önemlisi Lisa Ekdahl), ama konser öncesi çevremizi saran uğultunun (konuşmalar, gülüşmeler, haha'lar hihi'ler vs) konser başladığında kesileceğine, en azından azalacağına, duyulmaz olacağına dair ümidimin Boğaz'ın serin sularına düşeceğini tahmin etmezdim. Her konserin çıt çıkmadan, hatta kıpırdanmadan, huşu içinde dinlenmesi gerektiği taraftarı değilim, olmadım, olamam (bkz. Kulüpte Klasik Müzik), ama bir konseri kokteyl havasına sokmanın da bir anlamı yok. 

Smartphone'lar çıktı çıkalı herkes birer CEO, borsacı falan oldu sanırım; gelen mesajları, mailleri aman hemen cevaplamalı, bir buçuk iki saatlik gecikmeler olursa cirolar falan... Gerçi bunlar göz ardı edilebilir, sessizce halledilebilen şeyler, ama kesintisiz sohbetlere (hemen yanımdaki grubun örneğin Adalar'da geçirdikleri vaktin ne kadar harika olduğu, eylül ayında da bir haftalık bir kaçamağın ne kadar güzel olacağına dair konuşmaları – ama şarkı bitimlerinde coşkuyla alkışlamalarını ben de alkışladım) kulak misafiri olmak, zorla misafir edilmek insana bir noktadan sonra huzursuzluk veriyor. "O kadar para verdim, konserin her anını yakalamalıyım, kesin sesinizi biraz, şşş" benzeri bir tavra bürünmem mümkün değil, ama dün akşamki deneyimin ardından "elitist" bir yönetimi arzulamak kaçınılmaz gibi görünüyor. 

Sponsorlara, köşesinde, dergisinde, programında bahseder diye basın mensuplarına verilen açık biletlere bir sınırlama getirilmeli belki de (göz göze gelemedik ama, konserin sponsorluğunu üstlenen bankada çalışan bir arkadaşımı gördüm – aslında hakkını yiyorum, belki de gerçekten katılmak istemişti) ya da konsere beklenen rağbet gösterilmemişse de bu açık bilet uygulamasını genişletmekten kaçınmalı; sahneye adım atan sanatçının yer yer boşluklar görerek moralinin bozulacağı düşüncesiyle bu adımları atanların, aynı sanatçının kendisiyle ilgilenmeyen öbekleri fark etmesiyle de moralinin bozulabileceğini hesaba katmaları gerek ("caz kulüpte dinlenir," şiarı hatırlanırsa, caz sanatçılarının "azınlık" karşısına çıkmaktan rahatsız olmayacakları da iddia edilebilir). 

Mekân seçimi de önemli bir etmen kuşkusuz. Açıkhavada düzenlenen, "ayakta" bilet uygulamasının olduğu bir konser kolaylıkla kokteyl havasına bürünebilir (Lisa Ekdahl ağırlıkla "sakin" şarkılar söyleyen bir vokalist, ondan kendisini dinletecek, katılımı güçlendirecek "hareketli" şarkılar seçmesini beklemek olmaz), dolayısıyla Esma Sultan Yalısı, her ne kadar sahnedeki isme ve söylediği şarkılara uygun bir yermiş gibi görünse de, belki de bu konser bir kulüpte gerçekleştirilmeliydi ya da herkesin yan yana, arkalı önlü oturacağı, yani insanların çember oluşturarak koyu sohbetlere dalmalarına imkân tanımayan bir yerleşim düzenine karar verilmeliydi. 

Yalnızca bir konsere ("dün akşam caz konserindeydik...") gelmiş olmanın, festivale katılmış olmanın dayanılmaz hafifliğine kendini kaptıran ve bunu paylaşmak için yanıp tutuşanlar da vardı eminim... Onları nasıl eleyebiliriz? "Elitist"liği bu kadar da yüceltmenin anlamı yok! 

Konser izlenimlerini yukarıdakilerle sınırlamamak için: Görebildiğim ve duyabildiğim kadarıyla, Lisa Ekdahl'ın "narin" tavırlarına ve "çocuksu" sesine My Heart Belongs to Daddy ne kadar da yakıştı...   

Şoförsen bas gaza

"Âşıksan vur saza, şoförsen bas gaza." Ne kadar güzel, "gaza getirici" bir deyiş değil mi? Duygularımızı dile getirmekteki "abartı severliğimizin" ifadelerinden yalnızca biri olarak okumak mümkün. Bugünlerde aynı gazı vermeye çalışan bir reklam dönüyor televizyon kanallarında. 

Bu alanda önde gelen şirketlerden birinin katkılı otogazını, onun performans gücünü sergilemek üzere piyasaya sürdüğü bu reklamda bir işadamını ve şoförünü görmekteyiz. İşadamının verdiği emir üzerine şirkete doğru yola koyulan şoförümüzün park ettiği alandan hızla çıkışına, kavşaklardaki kontrolsüz dönüşlerine, çevreyolunda yaptığı tehlikeli sollamalarına gülmemiz bekleniyor sanırım. Bunu kuvvetlendirmek için olsa gerek, işadamının arka koltukta sağa sola "gülünç" savrulmaları izlettiriliyor bizlere, hatta yapılan ani bir fren sonucu –kırmızı ışıkta şoförümüz duruyor, hayret– arabanın ön camından fırlamasına ramak kalıyor. Arabanın bitmeye yüz tutan gazını doldurmak üzere istasyona girmeleriyle arabadaki bu "güce" neyin sebep olduğunu kavrıyoruz (bu arada, en baştan beri "cool" tavırlar içinde olan şoförün istasyondaki görevliye gaz ihtiyacını belirtirken "cıvıklaşması"nın nedenini anlayabilmiş değilim).

Süratin, hatalı sollamaların, dikkatsizliklerin vb neden olduğu ölümlü trafik kazalarına hemen her gün rastlanan bir ülkede, performansı, bir otogazın arabaya verdiği gücü anlatmanın başka yolu yok mudur? Huzursuzluğun bir diğer nedeni de; eskiden bu tip reklamlardaki görüntülerin, yapılanların gerçekliğini biraz olsun gidermek adına ekranın bir köşesine "Trafiğe kapalı alan" ya da "Trafiğe kapalı alanda çekilmiştir," gibi ifadeler yerleştirilirdi; sanırım bu da es geçilmiş.

Her zamanki gibi, ağlanacak halimize gülmeli miyiz? 

10 Nisan 2010 Cumartesi

Huzursuz bir düşkünlüğe karşılık bahar sevinci

Sonbahar ve kışı daha çok severim, ama bu sevginin alttan alta beni huzursuz eden bir tarafı da yok değil, her şeyde olduğu gibi... Su geçirmeyen ayakkabılara, yel almayan kabanlara, enerji veren-iç ısıtan gıdalara, kaloriferleri ya da çocukluk yıllarımın sobalarını harekete geçiren yakıta vb ulaşmakta, en azından şimdiye kadar bir sıkıntı çekmediğimi, daha doğrusu kimilerinin çektirmediğini düşününce, aklıma ‘Kibritçi Kız’ gelir. Karlar içinde huzurla yuvarlanmak varken, Andersen’le yollarımızın kesişmemesini dilerdim. Gerçekten diler miydim?


Baharın başlangıcı olarak farklı tarihleri kabul edebiliriz. Cemreleri, nevruzu, çiçeklenme döneminin başlangıcını ya da düpedüz havaların ısınmaya başladığı tarihi. Başlangıç tarihi göreli olsa da, bahar sevinci ortak. Peki bahar sevinci, yalnızca, doğanın canlanmaya başlamasıyla birlikte insanların da psikolojik olarak rahatlamaları, gevşemeleri mi demek? (“Nisan mayıs ayları, gevşer gönül yayları.”) Peki, duyulan bu sevinçte, gönül yaylarıyla birlikte gevşeyen kemerler de etkili değil mi acaba?

Gerçekçi bir bakış açısıyla, ekonomik giderlerin azalması, ya da daha genel anlamda somut gerçekler, daha etkili gibi görünüyor. Yaz saati uygulamasıyla birlikte, gün ışığından daha fazla yararlanma, dolayısıyla elektrik faturalarındaki düşüş; ısınma sorununun ortadan kalkması; aynı şekilde, tek kat kıyafetin dahi fazla gelmesi, dolayısıyla kazak, palto, bot gibi nispeten pahalı giyeceklere gereksinim duyulmaması; güzel havanın da etkisiyle yürüyüş mesafelerinin uzaması ve yol parasından kazanç gibi, aslında herkesin çok iyi bildiği somut gerçekler sıralayabiliriz. Sonbahar ve kış aylarında tam tersinin geçerli olduğu bu durumlar, insanların kemerlerini biraz daha sıkmalarını gerektiriyor ister istemez. Bahar ve yaz aylarında da kemerler sıkılıyor çoğu zaman, ama insanları daha “mutlu” kılan bir sıkılaşma bu: Vücudun kış mevsimine oranla daha az enerjiye ihtiyaç duymasıyla birlikte karpuz-peynir-simit üçlüsüyle geçiştirilebilen, ucuz ve kalorisi düşük öğünler, kış mevsiminde ister istemez yağlanan vücudun kısmen zayıflamasına, kendini toplamasına, incelmesine, sonuç olarak da kemerlerde “mutlu” bir sıkılığa neden oluyor. (Burada ‘zayıflık’ kavramı, sağlık açısından ön plana çıkarılmıştır!) 

Alttan alta yukarıda sıraladığımız bu somut gerçekler daha ağır basıyor gibi görünse de, kime sorulursa sorulsun içinde duyduğu sevinci güzel havaya, açan çiçeklere, yeşillenen ağaçlara, masmavi kesilen gökyüzüne yoracaktır. Gerçeklerin ağırlığına karşın bu romantik tavrın sürdürülmesini, sanırım en iyi bahar sevinciyle açıklayabiliriz. 

10 Mart 2010 Çarşamba

Pardon, tanışıyor muyuz?

Faks, telefon, internet vb vasıtasıyla halledilmesi henüz mümkün olmayan işler için ne zaman bir devlet dairesine uğramam gerekse, bir gün öncesinden huzursuzluk kaplar içimi. Olası kalabalık arasına karışmamak için hangi saatte gidilmesi gerektiğine dair kararsızlık, işlemlerin ne kadar vakit alacağının belirsizliği, hazırlanması gereken evraklarda eksiklik olup olmadığı şüphesi... içten içe kemirir. Bu hislere eşlik eden gerginliğimin sebebi ise, bir tartışma yaşanıp yaşanmayacağıdır. Tartışmaya hazırlıklı gitmek, bir önyargı değil maalesef, deneyimlerin sonucu... (Ama şunu da eklemem gerek; son zamanlarda yaptığım birkaç zorunlu ziyaret ve tanıklık ettiğim birkaç işleyiş, bir ilerleme olduğunu gösteriyor. Yine de, birkaç adım daha var atılması gereken.)

Bu konuda hislere tercüman bir yazıya rastlamışken, en iyisi, farklı cümlelerle tekrarlamaya çalışmak yerine aynen alıntılamak:

 
Vatandaşıyla Samimi Devlet
 
Bülent Top

(www.acikradyo.com.tr)05/03/2010

Ne zaman bir devlet dairesine işim düşse aynı şeyle karşılaşıyorum. Devlet memurları daha önce hiç tanışıklığımız olmadığı halde doğrudan “SEN” diye hitap ediyor. Tanımadığı insanlarla “SİZ” diye konuşması gereken devletin tercihini kasten SEN’den yana kullanmasının nedenini sorgulamak gerekiyor.

İnsanların iletişim halindeyken SEN dilini kullanmasının üç nedeni var. Ya tanışızdır gerçekten ve bir geçmişimiz vardır, samimiyetimiz vardır; arkadaşız, komşuyuz, dostuz, akrabayızdır, o zaman doğaldır sen dili. Tanış olmadığımız halde gayrı resmi bir ortam vardır, bu sokaktır. Ekmek alan, sigara satan, birbirine yardım eden, tanışmasalar da şakalaşabilen, yemek yediğinde “Usta eline sağlık!” diyen insanların; “Boyayayım mı abi!” diyen çocuğun,  “Amca yaş kaç!” diyen gencin, “Evlat saat kaç?” diyen yaşlı adamın SEN dilinde hitap etmesi yaşamın akışına uygundur, çok da güzeldir. Yoksa bu hayat çekilmez. Bu iki nedenin de asla üstünlük gösterisi, aşağılama ve ezme ereği yoktur; sosyal ilişkileri güçlendirir.

SEN dilini kullanmanın üçüncü nedeni üstünlük egosuyla bilinçli olarak rahatsız edici bir şekilde devletin vatandaşına seslenme şeklidir. Pasaport almaya gittiğinizde, valiliğe gittiğinizde, karakola gittiğinizde, hastaneye gittiğinizde, adliyeye gittiğinizde ve diğer pek çok devlet dairesine gittiğinizde bu aşağılayıcı dile maruz kalırsınız. Rahatsız olursunuz ama ses çıkarmazsınız; Neden? Çünkü o an görülecek işiniz vardır ve hızlı olsun, sorunsuz olsun istersiniz. Size bir ceza çıkacaktır en ucuzundan ses çıkarmayarak kurtulmayı umarsınız. Bir devlet dairesine işinizin düşmesi, işinizin görülecek olması asla SEN diline maruz kalmamızın gerekçesi olamaz. Bir sorununuzun olması, bu sorunu çözecek kişinin de memur olması o memura nasıl bir üstünlük verir? Ancak ve ancak görevi kapsamında yapacağı rutin işler vardır, görevini yapmaması da suçtur. Zaten size gerekli yanıtları vermesi için, zaten o sorunları çözmesi için sizin ödediğiniz vergilerin bir kısmını maaş olarak alır. Vatandaş o memurun mevcudiyetinin nedenidir ve hatta işverenidir.

SEN diline maruz kaldığımızda o kişiye sormamız gereken soru, “Daha önceden tanışıyor muyuz?” olmalı. Hayır, yanıtını aldığınızda da “Tanışmıyorsak neden bana “SEN” şeklinde hitap ediyorsunuz?” diye sormak gerekiyor. Bunu sorabilenler çoğaldığında, kendisine yapılan saygısızlığı sorgulayanlar çoğaldığında medeni bir ülke olabiliriz ancak.  Yoksa saygısız yığınların birbirlerinden nefret ettiği modern devlet olmaya devam ederiz. Binaların, yolların, aletlerin ve hatta silahların modern olması asla medeni yapmaz bizi. Bu donanıma sahip bir devlet ne zaman ki vatandaşına doğru hitap etmesini öğrenir, o zaman medeni bir ülke olma yoluna girmişiz demektir.

Bu dilin kullanımın çok yaygın olması birkaç devlet memurunun kişisel hatası olmadığının bir göstergesidir. Gitmenize gerek yok telefon açın yeter. Herhangi bir devlet dairesinin santralini aradığınızda  santrale bakan kişi doğrudan SEN dilinde konuşmaya başlıyor. Vatandaşlık görevi bir durumu bildirmek için 155’i arıyorsun polis hiç çekinmeden sen diye hitap ediyor. Demiryollarına bir şey danışıyorsun, sanki adam kırk yıllık dostun. “Elektrik arıza”yı arıyorsun, görevli sanki karısıyla konuşuyor, o kadar rahat.

Devletin milletinden milletin devletine geçtiğimizde, hizmet bekleyen saygısız devletten, hizmet eden saygılı devlete geçtiğimizde bu dil değişir mi bilmem? Mevcut haliyle “Benim gözümde hiç değerin yok!”, dilinin bir yansıması gibi duruyor. İnsanına değer veren bir devletin insanına hitap şekli de mutlaka değişecektir.

Onurunuzu zedeleyen, sizi rahatsız eden adli bir durum var örneğin; savcılığa başvuruyorsunuz, müştekisiniz, haksızlığın düzeltilmesiyle daha huzurlu bir hale geçmek için yasal yolu izliyorsunuz. Savcıyı daha önce hiç görmemişsiniz, o da sizi hayatında ilk kez görüyor ama devletin diliyle konuşuyor “SEN” diye hitap ediyor. Onurunuzu kırıyor, sizi huzursuz ediyor. Peki ben bu adliyeye neden gelmiştim? Ya da bir davanın çözüme kavuşmasına katkınız olacak, tanıksınız, insanlık adına ve kamu vicdanıyla tanıklık yapıyorsunuz hakim size “SEN” diye hitap ediyor. Hakim de savcı da vatandaşa emir veriyor. Hiç saygı kaygısı yok. İnsan suçlu da olsa saygısızlığa maruz bırakılamaz oysa. Eğitimi, kültürü yüksek memur vatandaşa böyle hitap edince geri kalan hakaret de eder normaldir.

Devlet memurlarının vatandaşa SEN diye hitap etmesi kesinlikle bir düzenlemeyle önlenmelidir. Bunun kanunu, yönetmeliği, genelgesi var mıdır bilmiyorum. Varsa da kağıt üstünde kalmış anlaşılan. Önce bunu yaşama geçirecek güçlü bir irade gerekiyor. Bunu deklare edip vatandaşından öncelikle özür dileyecek ve bir daha asla olmayacağına dair söz verecek bir irade var mı? Gene de karamsar olmamaktan yanayım. Bu yazı belki bir dönüşüme başlangıç yapar. O irade harekete geçer. Varsa mevzuatı yaşama geçirir, yoksa da insan onuruna yakışan bir düzenleme çıkarır. Vatandaşına SEN diyen bir devletin SİZ demesini öğrenmiş, insana saygılı bir devlete dönüşmesini diliyorum.

14 Şubat 2010 Pazar

Sevgililer gününe özel bir hediye: Acı Çikolata

"Acı Çikolata" gibi bir başlık bu tip çağrışımlar yapabilir, ama konu, kakao yüzdesini artırarak yüzlerdeki gülümsemeleri de artırmayı hedefleyen ya da acı biberli çikolatayı piyasaya sunarak ilk başta, nasıl olur da ikisi bir araya gelebilir dedirten markalar değil. Kırmızı renge boyanıp kalp şekli verilebilen türlü çeşit objenin, çeşitli süjelerce adeta yağmalandığı sevgililer gününün diğer "best-seller"ları da, kuşkusuz kırmızı güller ile çikolatalardır. Gerçi çiçekleri ve çikolataları tek bir "özel gün"le özdeşleştirmek imkânsız... Başlıktaki Acı Çikolata, "dünyanın en baştan çıkarıcı", "keyif verici" (sıfatlar çoğaltılabilir) lezzeti olarak tanımlanan çikolatayı dahi yerken huzursuzluk hissetmek isteyenlere önerilebilecek bir kitabın ismi aslında. Merkezinde kakao üreticisi ülkelerdeki "durum"un yer aldığı, "kakao çekirdekleri toplayan parçalanmış ellerle, çikolata paketini rahat rahat açan eller arasındaki büyük uçurumun öyküsü"nü anlatan bu kitap da, bir sevgililer günü hediyesi olamaz mı? Kitap da her zaman için "en güzel" hediyelerden biri değil midir ne de olsa? Sevgililer günü diye bir yazı yazmak zorunda mıydım? Böyle hissetmemin ardında yatan ne? (Sorular çoğaltılabilir.)

9 Şubat 2010 Salı

Sporun rengi "çim yeşili" midir?

Renk kodları önemlidir. Bir süre sonra, hiç farkında olmadan kafamızda nasıl da yer ettiğini idrak ediveririz. Türkiye'deki basın yayın organlarında eşine az rastlanır bir mutabakat var bu konuda. Flaş haberler, son dakika gelişmeleri kırmızıyla verilir örneğin; hava durumu bilgileri, gökyüzünün mavisinde bulmuştur rengini... Sporun rengi ise yeşildir; ama tonu hep aynıdır, "çim yeşili". Bunda bir sakınca yok, zevkler ve renkler tartışılmaz, bir ülke vatandaşlarının sporun yalnızca bir dalına daha özel bir önem veriyor oluşu kabul edilebilir. Ancak bu, diğerlerini görmezden gelmeyi gerektirmez. Hadi bunu da kabul ettik diyelim, spor haberleri adı altında yalnızca futboldan bahsediliyor oluşunu, maçların her ne kadar hafta sonları oynanıyorsa da istisnasız her kanalda bir tane bulunan "tartışma" programlarıyla bütün bir haftayı kaplıyor oluşunu, lig sona erse de spekülatif transfer haberlerinin her daim varlığını koruyor oluşunu vs; ama en azından bu spor dalında elle tutulur başarılar elde edilmesi beklenir. Arada sırada gelen, ağızlara çalınan bir parmak bal misali bir iki başarı değil elbette; daimi... Canlı yayın haklarını elde etmenin, NASA'nın Mars fotoğrafları çekmek üzere uzaya göndereceği bir makinenin maliyetine eşdeğer olacak kadar astromik olduğunu; sporcu maaşlarının uçukluğunun tartışma konusu dahi edilmeden kabul edildiği, hatta kanıksandığını düşündüğümüzde daimi bir başarı beklentisi çok görülmemeli. 

Bu halimiz biraz çim adama benziyor; spor denince kafamızda çim bitiyor. Dediğimiz gibi, bunda bir sakınca yok elbette, zevkler ve renkler tatışılmaz; ancak ilgililerin, yetkililerin, görevlilerin, makam sahiplerinin de bu şekilde davranmaları huzursuz edici. Mesela, tüm dünyanın sporun başat dalı olarak kabul ettiği atletizm söz konusu olduğunda... Son örneğine Elvan Abeylegesse olayında tanıklık ettik. Abeylegesse, Dünya Atletizm Şampiyonasında yedek ayakkabılarını en büyük rakibine verip yarışa katılmasını sağlamasıyla Dünya Fair Play Ödülüne değer görüldü, ama sonradan anlaşıldı ki, kendisi Etiyopya tarafından aday gösterilmiş. Peki TMOK ne yapmış? TMOK aynı yarışma için Elvan yerine "çim filizleri projesini" hazırlayan bir TMOK Yönetim Kurulu Üyesini aday göstermiş... Ama hakkını yemeyelim, TMOK Başkanının yaptığı açıklama her şeyi aydınlığa kavuşturuyor! "Elvan'ı aday gösteren kişi toplantıda yoktu. Ben toplantıdaydım, tüm katılanlarla konuştum. Elvan'ın aday gösterilmesini destekledim. Elvan için herkes oy verdi ve bunun lobi çalışmasını bizzat ben yürüttüm. (...) Önemli olan bu çalışmaya sağlamaktır."

Bu arada, İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti unvanını resmen almasıyla faaliyetler "start" aldı. Bugünlerde yolunuz Beyoğlu'na düşerse, İstanbul'un kültür nişanesi olarak 30 Nisan tarihine kadar şu sergiyi gezebilirsiniz: "İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri kapsamında UEFA, TFF ve İBB işbirliği ile UEFA Futbol Sergisi "Only a Game?" Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi'nde 21 Ocak 2010 günü UEFA Asbaşkanı ve TFF Onursal Başkanı Şenes Erzik, TFF Başkanı Mahmut Özgener, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı Şekib Avdagiç'in katılımıyla açıldı. Sergi kapsamında UEFA Şampiyonlar Ligi, UEFA Kupası (Yeni adıyla UEFA Avrupa Ligi Kupası) ve UEFA Kupa Galipleri Kupaları yan yana sergilenirken, Türk futbol tarihinde özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray için çok değerli bir hatırası ve ilginç bir hikayesi olan 1958 yılı Başvekil Kupası da futbolseverlerle buluşuyor."

15 Ocak 2010 Cuma

Reklamlardaki "tekinsiz" kadın bedenleri

Selülitlerinden, –daha “light” bir şekilde söylersek– “portakal kabuğu görünümü”nden kurtulmak isteyen kadınlar için bir krem reklamı dönüp duruyordu televizyonlarda. Reklamda, bu kremi kullanan kadının, bir yılanın ya da bir kerevitin kabuk değiştirmesi gibi, portakal kabuğu görünümündeki dış kabuğundan kurtularak “pürüssüz” bacaklara kavuşmasını izledik defalarca. (Örnekler çoğaltılabilir; başka bir reklamda da, selülitli bacaklar düğmeli deri koltuk yüzeyine benzetilmişti.) Daha yakın tarihli bir reklamda ise, vücutta “istenmeyen tüylere karşı” oynar başlıklı bir epilatör öneriliyordu. İlginç olansa; makinenin bu özelliği tanıtılmak istenirken başlığın değil, reklamdaki kadın bedeninin eğilip bükülmesiydi. Oynar başlıklı tıraş makinesi ya da tıraş bıçağı reklamlarında ise erkeklerin çenelerinin benzer şekilde yamulmadığı düşünüldüğünde; kadın bedenlerinin bu şekilde gösterilmesi daha da dikkat çekici bir hale geliyor ve “neden” diye sormayı kaçınılmaz kılıyor.

Yaşar Çabuklu’nun Toplumsalın Sınırında Beden (Kanat Kitap, 2004) isimli kitabındaki “Katıların Mekaniğinden Akışkanların Anarşisine” başlıklı denemesi, bu konuda yol gösterici olabilir. Şunları söylüyor Çabuklu: “Modern Batılı eril beden sert, kapalı, katı, kuru, diğer insanların bedenlerine mesafeli, kendi sınırlarını denetleyen bir bedendir. [Deborah Lupton] (…) Eril söylem, kadın bedenini denetlenemeyen, kabına sığmayan, güzergâhı önceden kestirilemeyen tehlikeli bir akışkanlar alanı olarak tanımlar ve bu ‘türbülansı’, ‘taşkınlığı’ katılara ait prensiplerle sınırlandırmaya çalışır. Bu söylem içinde kadın bedeni yumuşak, geçirgen, sızıntı ve akıntı yapan, dış dünya ile arasına net sınırlar çizememiş bir beden olarak görür.” (Burada, “akışkanlık” temelinde bir anlatım söz konusu, ama benzer bir “sınırsızlık”, “katı olmama hali” yukarıda bahsedilen reklamlardan da yansıyordu sanki.) Bunun şöyle bir sakıncası var: Geçmiş dönemlerde bu düşünceler, kadınların toplumsal anlamda da belirli “sınırlar” dahilinde tutulmaları gerekliliğinin dayanaklarından biri olarak öne sürülmüş. Bahsedilen reklamlarda bu düşüncenin ön plana çıkarılmak istendiğini söylemek ne kadar mümkün? Böyle olmadığını kabul ediyorsak da, acaba bunlar, bilinçaltlarımızda bu tip düşüncelerin varlıklarını halen sürdürdüğüne mi işaret ediyor? Kadınlar adına huzursuzum...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Geçiş üstünlüğü kime ait?


İlk fark ettiğimden bu yana kendi kendime kızmakla yetiniyordum; ama tanık olduğum son olay, iyice huzursuzlanmama sebep oldu. Eminim İstanbul’da tramvay hattıyla bir şekilde yolu kesişen birçok kişi fark etmiştir; tramvaylar, kırmızı ışıkları yeşile çevirebiliyor. Elbette vatmanlar bunu ellerindeki sihirli değnekleriyle yapmıyorlar, trafik ışıklarıyla aynı elektrik hattına dahil olan tramvayların bunu gerçekleştirebilmesi çok zor değil.
 

Ulaşımın enikonu çekilmez olduğu şu günlerde, bir an önce eve gitmek isterken, kırmızı ışık tam yeşile dönmek üzereyken, bir tramvayın geçişiyle ümitlerimin suya düşmesi pek hoş olmuyor. Ama söz konusu olan bir insan hayatıysa, benim bu düş kırıklığım devede kulak kalır. Eve ulaşabilmek için, tramvay raylarının kestiği bir yolu geçmek zorundayım her gün. Çok sık başıma geldiğini de not ederek, bu durumla her karşılaştığımda tramvaya şöyle okkalı bir tekme savurmak, kızgınlığımı vatmana bir şekilde göstermek istiyorum, ama olmuyor. (Kızgınım, çünkü tramvaylar boşken de bu ayrıcalığı kullanıyorlar.)

Geçen gün, benim gibi o yolu geçmek zorunda kalan ve acı acı öten sirenlerinden anladığım kadarıyla acilen hastaneye ulaşmaya çalışan bir ambulans art arda, karşılıklı geçen iki tramvay yüzünden normalde hiç beklememesi gereken bir süre boyunca olduğu yerden kıpırdayamadı. Elbette vatmanlar durumu fark edebilseydi böyle bir duruma sebebiyet vermezlerdi, ama dediğim gibi, vatmanlar bunu tramvay boşken de yapıyorlar.

Doğası gereği raylı sistemler, trafik sıkışıklığından etkilenmemeli. Hat kesintisiz olmalı. Çünkü raylı sistemlere tabi toplu taşıma araçlarının katı bir plan çerçevesinde hareket etmesi gerekir. Aslında tramvaylar için böyle bir zorunluluk yok, ancak örneğin, İstanbul’daki Tünel ya da yakın zaman önce faaliyete geçen füniküler sistemi ele alalım… Ufak bir aksamanın, yalnızca belirli bir bölgede ikiye ayrılan hatta bir felakete yol açması işten bile değil. 


Buradan çeşitli fikirler üretmek mümkün: Geliştirilecek bir düzenekle bu serbestinin, imtiyazın ambulanslara ya da itfaiye araçlarına da sağlanması... Ambulanslara ya da itfaiye araçlarına trafik ışıklarını değiştirebilme, yani yollarını açabilme şansı (gerekliliği) verilmesi... Ama sonrası, aklıma başka düşünceleri de getiriyor. Örneğin, bu ayrıcalığın “makam” arabalarına da sağlanması gibi. Ya da, yıllardır sigara paketlerindeki alüminyum kâğıtlarla, dikiz aynalarına astıkları CD’lerle hız radarlarına savaş açan Şark kurnazlarına yeni bir keşif alanı açılacağı düşüncesi hücum etti aklıma.

Bu Pollyannavari düşüncelerimden caydım bile.  Huzursuzca, sağ ayağımı ritmik bir şekilde yere vurarak tramvayın geçişini bekliyorum...

7 Ocak 2010 Perşembe

"Seks ve çıplaklık satmıyor!"



03 Ocak 2010 tarihli Sabah gazetesinin pazar ekindeki bu haber başlığı, Velev ki Ciddiyim! kitabıyla satış rekorları kırdığı söylenen Gülse Birsel'le ya da "Bir yanım çocuk kaldı," diyen Şebnem Ferah'la ya da Kasaba isimli televizyon dizisiyle hem popüler hem siyasi bir iş yapmanın zorluklarını dile getiren Tomris Giritlioğlu ve Tuğrul Eryılmaz'la  (dizilere entelektüel dokunuş) yapılan söyleşilerden daha "ilgi çekici"ydi. Ancak daha da ilgi çekici olan, ilgimizin çekildiği yöndü...

Yapılan bir çalışmaya göre, "yaygın inancın aksine sinemada seks ve çıplaklığın seyirciler ve eleştirmenler açısından olumlu sonuçlar sağlamadığı, ayrıca gişe gelirleri açısından da hiçbir garantisi olmadığı" ortaya konmuş. Bu sefer çalışmanın sorumluları İsviçreli bilimadamları değil, Pepperdine Üniversitesi Eğlence, Medya ve Kültür Merkezi. İki neden gösterilmiş: Yeni kuşağın (burada Amerikan toplumu söz konusu ediliyor) cinsel devrimi artık kanıksamış olması ve Amerikan sinemasına getirilen yaş kısıtlaması. Haberin garabetliği, birbiriyle çelişen bu iki nedenden başlıyor. Yeni kuşakta cinsellik konusundaki tavırlar değiştiği (kanıksama) için mi, yoksa yeni kuşak aslında ilgileniyor da getirilen yaş kısıtlamasına takıldığı için mi bu filmler gişede beklenen başarıyı elde edemiyor? Bu çelişki, cümlelerdeki bir iki oynamayla düzeltilebilir. Ancak haberin devamı için aynı iyimserliği göstermek pek mümkün değil: "Buna mukabil şiddet, ABD seyircisi ve araştırmanın yapıldığı dört bölgede çok daha olumlu bir etki yaratıyor. Şiddet ve silahların beyazperdede görülmesi gişe gelirlerini olumlu etkiliyor."

Anlaşılan o ki, haberi hazırlayanlar (sanırım aslen bir CNN haberi bu) seks ve çıplaklığın satmıyor oluşuna şaşırmışlar, hatta üzülmüşler, yoksa şiddetin satıyor oluşundan tedirginlik duymamıza ne gerek var ki, hepsi film onların, kurgu!.. Artık daha huzursuz edici bir başlık atabiliriz: "Şiddet ve silah satıyor!"