30 Temmuz 2010 Cuma

Diken üstünde alışveriş


Birçok filmden, diziden (özellikle Hollywood filmlerinden, dizilerinden) bir sahne var aklımda; nedenleri değişmekle birlikte herhangi bir karakterin herhangi bir markette fütursuzca alışveriş etmesi... Raflar arasında gezinirken elinin ulaştığı her şeyi önündeki alışveriş arabasına tepeleme doldurması, hatta zaman zaman raflardakileri kucaklayarak alması. Kendimi bildim bileli böyle bir alışveriş etmişliğim yok. Ekonomik nedenleri bir tarafa bırakırsak bunun tek bir sebebi var; güvensizlik. 

Çalışanların sürekli dile getirdiği "pazartesi sendromu"nun değişik bir versiyonunu, çocukluğumda salı günleri yaşardım; salı pazarı... Salı günleri sabahtan itibaren vücuduma yayılan huzursuzluğun bir kısmı ağır pazar çantasını taşımama ya da tanıdıklarla (aslında benim değil annemin, babamın tanıdıklarıyla) afaki sohbetlere katılmama isteğine bağlanabilir ama asıl neden pazarcılarla yaşanması kuvvetle muhtemel çekişmelere tanıklık etmeme isteğiydi. Sattıkları ürünlerini seçtirip seçtirmeme konusundaki tutarsızlıkları bir yana, tezgâhlarının yola bakan kısımlarına ellerindeki ürünlerin en güzellerini, en albenili olanlarını özenle dizerek, ama poşetleri o yığının arkasındaki daha az güzel, daha az albenili olanlarla doldurma yönünde duydukları gem vurulamaz arzularına, gözlerin ulaşamadığı noktalardaki kurnazlıklarına, aldatmalarına tiksinti duyardım. Önceden tanış olunan ya da her hafta gide gele tanışılan pazarcıların "kıyak geçmek" adına "abla bu hafta bunu alma, onun yerine sana şunu vereyim" derkenki hal ve hareketlerindeki "cıvıklık", aslında eşit davranmıyor olduklarının farkında bile olmamalarına da aynı şekilde yaklaşırdım. Çoğu bakkal için de geçerliydi bu düşüncelerim (üstelik amcam halen bir bakkal işletiyor). Dolayısıyla, ne yalan söyleyeyim, süpermarketlerin, hipermarketlerin, grossmarketlerin, ultramarketlerin yaygınlaşmasına tepki gösterenlerden olmadım... Peki ne değişti? Mensubu olmaktan utanç duyduğum türün olduğu yerde ne değişebilir ki (soru işareti koymuyorum, cevabı biliyorum!) 

Değişen şey, "güzel" ürünlerle "daha az güzel" ürünlerin konumlanışı oldu. Özellikle dayanıklılık süresinin kısıtlı olduğu, bir başka deyişle son kullanma tarihinin yakın bir tarihi işaret ettiği ürünler özenle –pazarcıların, bakkalların yaptığının aksine– en önlere dizilmeye başladı. Fiyat etiketlerinin, barkodların eksik olup olmadığını kontrol etmekten, ihtiyaç duyulduğunda yardımda bulunmaktan sorumlu reyon görevlilerin asli görevleri rafları bu şekilde dizayn etmek haline geldi ya da en baştan beri zaten böyleydi. Barkodu olmayan bir ürünle kasiyerin önüne geldiğinizde sitem dolu bakışlarına aldırmamanız gerekiyor çünkü ne de olsa bu durum reyon görevlilerinin değil sizin suçunuz, nasıl olur da fütursuzca alışveriş edebilirsiniz böyle? (evet soru işareti) Yapmamız gerekenleri sıralayalım: 
1- Daha taze olanlara ulaşmak için elinizi rafların derinliklerine sokmanız gerekmekte,
2- Yine de, aldığınız her ürünün SKT (son kullanma tarihini) kontrol etmeniz gerekmekte,
3- Barkodunun olup olmadığını, varsa bile okunur olup olmadığını kontrol etmeniz gerekmekte.

Buradaki asıl meselemiz ilk madde; "aldatmanın" sürdürülebilirliği... Fütursuz alışverişin hayal olması...

(Bugün başıma gelen –aslında daha önce de olmuştu ama nedense bugün daha bir sinirlendim, huzursuz oldum– olay nedeniyle yazdım bütün bunları: Bir fast-food'a benzetebileceğimiz kahveci zincirinin bir şubesinden elmalı-cevizli kek aldım, çatal dahi batmıyordu keke, vitrinin bana bakan kısmına yakın olan bir başka tanesiyle değiştirilmesi talep ettim ve yumuşacık keki yedim, aferin bana!)

16 Temmuz 2010 Cuma

Huzursuzluğun itici gücü

Deneyimler, tanıklık edilenler doğrultusunda, içinde bulunduğumuz mevsim itibariyle tatile çıkmayı planlayanların kötü bir sürprizle karşılaşmalarının her zaman olasılık dahilinde olduğunu söyleyebiliriz: Çalışmanın sıkıcı rutininden uzaklaşarak tatilin huzurlu rutinine ulaşıldığında, örneğin coğrafi yapıyı, tarihi dokuyu “katleden” bir beton yapılaşmasıyla karşılaşmak gibi... Deniz manzarasına engel oluyor diye ağaçların kesilmesi, sahil yollarının hiçbir özen gösterilmeden yalnızca arabaların hatrına genişletilmesi vb pekâlâ bir “cinayet” olarak nitelendirilebilir. O bölgeyi ikinci evi olarak görenlerin böylesi bir durumu düzeltmek adına ellerinden geleni yapmaya çalışmaları kuşkusuz doğal bir tepki olacaktır; en azından neler olduğunu, neden olduğunu öğrenmek isteği... Cinayet Çiftliği’nin başlangıcında da benzer bir olay bulunuyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk yazı taşradaki bazı uzak akrabalarının yanında geçiren ve o haftalar sırasında söz konusu köyü bir “huzur adası” olarak gören anlatıcı, gazetede okuduğu bir katliam haberi sonrası huzursuzluk hisseder. Köyünün “cinayet çiftliği”nin bulunduğu yer haline gelmesini ve orada işlenen suçu (köyün ücra bir yerindeki çiftliklerinde –aslında pek de sevilmeyen, tuhaf ve huysuz olarak nitelendirilen– yaşlı Danner, karısı, kızı, kızının iki çocuğu ve yeni hizmetçileri baltayla, zalimce katledilmişlerdir) aklından bir türlü söküp atamayınca, neler yaşandığını öğrenmek, araştırmak üzere “huzur adası”na geri döner. Sonrasında romanda anlatıcının varlığını yalnızca köyün diğer sakinleriyle olay hakkında yaptığı konuşmalarda sorular sormasıyla hissederiz. Romanda bir yandan katliam öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşananları izlerken, bir yandan da köyün diğer sakinlerinin olayla, kurbanlarla ilgili düşüncelerini takip ederiz. “Orada tanıştığım insanlar bana işlenen suçtan bahsetmeye çok hevesliydiler,” der anlatıcı, çünkü hem orayı tanıyordur ama hem de orada kalmayacak, onları dinleyip sonra gidecek biridir köyün diğer sakinleri için. Böylelikle, belki de soruşturmayı yapan polislerin dahi edinemeyecekleri ayrıntılar hakkında bilgi sahibi oluruz.
Kitabın arka kapağında Cinayet Çiftliği’nin “sadece Almanya’da 500.000 kopyanın üstünde satarak satış rekoru kırdığı” ve Deutsche Krimi ile Martin Beck ödülleri sahibi olduğu belirtilmiş. Bunun bir nedeni kuşkusuz romanın anlatımında farklı bir yolun izlenmesi ve irkiltici bir “soğukkanlı” dil kullanılmış olması, ama sanırım bir nedeni de gerçek bir olaya dayanması (bu özellikleriyle roman, akla ister istemez Truman Capote’nin Soğukkanlılıkla isimli eserini getiriyor). Romandakinin aksine daha erken bir tarihte, 1922’de gerçekleşmiş ve tarihe “Hinterkaifek cinayeti” olarak geçen olayı anlatıyor aslında Andrea Maria Schenkel (Almanya tarihinin bu en muammalı cinayetinin filmlere de konu olduğunu ekleyelim).

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Kokteyl havasında konser

Dün akşam Ortaköy'de, Esma Sultan Yalısında, İstanbul Caz Festivali kapsamında Lisa Ekdahl konseri vardı. Trompetçilere, ama özellikle de kadın vokalistlere olan zaafım sonucu huzurla, sevinçle gittiğim bir konser oldu; peki, dönüşüm muhteşem miydi?

Güzellikler de vardı kuşkusuz (esintili hava, yalının manzarası, buzlu votka, hepsinden önemlisi Lisa Ekdahl), ama konser öncesi çevremizi saran uğultunun (konuşmalar, gülüşmeler, haha'lar hihi'ler vs) konser başladığında kesileceğine, en azından azalacağına, duyulmaz olacağına dair ümidimin Boğaz'ın serin sularına düşeceğini tahmin etmezdim. Her konserin çıt çıkmadan, hatta kıpırdanmadan, huşu içinde dinlenmesi gerektiği taraftarı değilim, olmadım, olamam (bkz. Kulüpte Klasik Müzik), ama bir konseri kokteyl havasına sokmanın da bir anlamı yok. 

Smartphone'lar çıktı çıkalı herkes birer CEO, borsacı falan oldu sanırım; gelen mesajları, mailleri aman hemen cevaplamalı, bir buçuk iki saatlik gecikmeler olursa cirolar falan... Gerçi bunlar göz ardı edilebilir, sessizce halledilebilen şeyler, ama kesintisiz sohbetlere (hemen yanımdaki grubun örneğin Adalar'da geçirdikleri vaktin ne kadar harika olduğu, eylül ayında da bir haftalık bir kaçamağın ne kadar güzel olacağına dair konuşmaları – ama şarkı bitimlerinde coşkuyla alkışlamalarını ben de alkışladım) kulak misafiri olmak, zorla misafir edilmek insana bir noktadan sonra huzursuzluk veriyor. "O kadar para verdim, konserin her anını yakalamalıyım, kesin sesinizi biraz, şşş" benzeri bir tavra bürünmem mümkün değil, ama dün akşamki deneyimin ardından "elitist" bir yönetimi arzulamak kaçınılmaz gibi görünüyor. 

Sponsorlara, köşesinde, dergisinde, programında bahseder diye basın mensuplarına verilen açık biletlere bir sınırlama getirilmeli belki de (göz göze gelemedik ama, konserin sponsorluğunu üstlenen bankada çalışan bir arkadaşımı gördüm – aslında hakkını yiyorum, belki de gerçekten katılmak istemişti) ya da konsere beklenen rağbet gösterilmemişse de bu açık bilet uygulamasını genişletmekten kaçınmalı; sahneye adım atan sanatçının yer yer boşluklar görerek moralinin bozulacağı düşüncesiyle bu adımları atanların, aynı sanatçının kendisiyle ilgilenmeyen öbekleri fark etmesiyle de moralinin bozulabileceğini hesaba katmaları gerek ("caz kulüpte dinlenir," şiarı hatırlanırsa, caz sanatçılarının "azınlık" karşısına çıkmaktan rahatsız olmayacakları da iddia edilebilir). 

Mekân seçimi de önemli bir etmen kuşkusuz. Açıkhavada düzenlenen, "ayakta" bilet uygulamasının olduğu bir konser kolaylıkla kokteyl havasına bürünebilir (Lisa Ekdahl ağırlıkla "sakin" şarkılar söyleyen bir vokalist, ondan kendisini dinletecek, katılımı güçlendirecek "hareketli" şarkılar seçmesini beklemek olmaz), dolayısıyla Esma Sultan Yalısı, her ne kadar sahnedeki isme ve söylediği şarkılara uygun bir yermiş gibi görünse de, belki de bu konser bir kulüpte gerçekleştirilmeliydi ya da herkesin yan yana, arkalı önlü oturacağı, yani insanların çember oluşturarak koyu sohbetlere dalmalarına imkân tanımayan bir yerleşim düzenine karar verilmeliydi. 

Yalnızca bir konsere ("dün akşam caz konserindeydik...") gelmiş olmanın, festivale katılmış olmanın dayanılmaz hafifliğine kendini kaptıran ve bunu paylaşmak için yanıp tutuşanlar da vardı eminim... Onları nasıl eleyebiliriz? "Elitist"liği bu kadar da yüceltmenin anlamı yok! 

Konser izlenimlerini yukarıdakilerle sınırlamamak için: Görebildiğim ve duyabildiğim kadarıyla, Lisa Ekdahl'ın "narin" tavırlarına ve "çocuksu" sesine My Heart Belongs to Daddy ne kadar da yakıştı...   

Şoförsen bas gaza

"Âşıksan vur saza, şoförsen bas gaza." Ne kadar güzel, "gaza getirici" bir deyiş değil mi? Duygularımızı dile getirmekteki "abartı severliğimizin" ifadelerinden yalnızca biri olarak okumak mümkün. Bugünlerde aynı gazı vermeye çalışan bir reklam dönüyor televizyon kanallarında. 

Bu alanda önde gelen şirketlerden birinin katkılı otogazını, onun performans gücünü sergilemek üzere piyasaya sürdüğü bu reklamda bir işadamını ve şoförünü görmekteyiz. İşadamının verdiği emir üzerine şirkete doğru yola koyulan şoförümüzün park ettiği alandan hızla çıkışına, kavşaklardaki kontrolsüz dönüşlerine, çevreyolunda yaptığı tehlikeli sollamalarına gülmemiz bekleniyor sanırım. Bunu kuvvetlendirmek için olsa gerek, işadamının arka koltukta sağa sola "gülünç" savrulmaları izlettiriliyor bizlere, hatta yapılan ani bir fren sonucu –kırmızı ışıkta şoförümüz duruyor, hayret– arabanın ön camından fırlamasına ramak kalıyor. Arabanın bitmeye yüz tutan gazını doldurmak üzere istasyona girmeleriyle arabadaki bu "güce" neyin sebep olduğunu kavrıyoruz (bu arada, en baştan beri "cool" tavırlar içinde olan şoförün istasyondaki görevliye gaz ihtiyacını belirtirken "cıvıklaşması"nın nedenini anlayabilmiş değilim).

Süratin, hatalı sollamaların, dikkatsizliklerin vb neden olduğu ölümlü trafik kazalarına hemen her gün rastlanan bir ülkede, performansı, bir otogazın arabaya verdiği gücü anlatmanın başka yolu yok mudur? Huzursuzluğun bir diğer nedeni de; eskiden bu tip reklamlardaki görüntülerin, yapılanların gerçekliğini biraz olsun gidermek adına ekranın bir köşesine "Trafiğe kapalı alan" ya da "Trafiğe kapalı alanda çekilmiştir," gibi ifadeler yerleştirilirdi; sanırım bu da es geçilmiş.

Her zamanki gibi, ağlanacak halimize gülmeli miyiz?